Spor farklı kimlikleri aynı tribünde yan yana getirebilen nadir alanlardan biridir. Ancak son günlerde gündemi meşgul eden Bursaspor – Somaspor maçında tribünlerden yükselen küfürlü sloganlar, sporun bu birleştirici gücünün nasıl kolayca tersine dönebileceğini bir kez daha gösterdi. Mesele yalnızca kötü bir tezahürat değil; toplumu ayrıştıran, kin ve nefreti besleyen bir dilin normalleşmesi tehlikesidir.
Tribünlerde kullanılan dil, yalnızca maçla sınırlı kalmaz. Sosyolojik olarak bakıldığında, kalabalıkların anonimliği bireysel sorumluluğu zayıflatır. Kişi tek başına söylemeyeceği sözü, kalabalığın içinde daha rahat dile getirir. Bu durum, zamanla hakareti, ötekileştirmeyi ve nefret söylemini “tribün kültürü” adı altında meşrulaştırır. Oysa bu dil, sahada kalmaz; sokağa, sosyal medyaya ve gündelik hayata taşınır. Üstelik bu tür tezahüratlar, kulüplere ağır bedeller de ödetir. Para cezaları, seyircisiz maçlar, deplasman yasakları… Faturası, sloganı atan birkaç kişinin öfkesinden çok daha geniş bir kitleye kesilir. En çok da gerçekten futbol izlemek için tribüne gelenlere.
Tribünlerdeki dil bozuldukça, sporun birleştirici gücü de zayıflamaktadır. Çocukların, kadınların, ailelerin stadyumdan uzaklaşmasının temel sebeplerinden biri de tam olarak bu ortamdır. Küfür normalleştikçe, tribünler dar bir öfke alanına sıkışıyor.
Toplumu ayrıştıran sloganların spor alanlarında yer bulması, toplum açısından da ciddi bir risk barındırır. Tribün, toplum için yalnızca bir izleme alanı değil; aynı zamanda bir öğrenme alanıdır. Orada duyulan her söz normal kabul edilen davranışın parçası hâline gelir. Küfür ve nefret içeren tezahüratlar yaygınlaştıkça bu dilin olağanlaşması da kaçınılmaz olur.
Hukuki açıdan bakıldığında ise mesele son derece nettir. 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun, sadece fiziksel şiddeti değil; hakaret, küfür ve toplumu kin ve nefrete sürükleyebilecek tezahüratları da açık biçimde suç olarak tanımlar. Bu tür eylemler, bireysel cezalardan kulüplere uygulanacak yaptırımlara kadar geniş bir hukuki sonuç doğurur. Yani tribünde atılan bir slogan, “anlık öfke” olarak geçiştirilecek bir mesele değildir.
Bu noktada sporla ilgili bakanlık ve TFF’nin de süreci yakından takip ettiği görülüyor. Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak’ın konuya ilişkin yaptığı açıklamalar, tribünlerdeki bu dilin görmezden gelinmeyeceğini ortaya koyuyor. Bakanlık, sporun ayrıştıran değil birleştiren bir alan olması gerektiği vurgusunu yinelerken, hukuki sürecin işletileceğinin de altını çiziyor. Şimdi herkesin gözü bu açıklamaların sahaya ve tribünlere nasıl yansıyacağında.
Elbette çözüm yalnızca cezalarla sağlanamaz. Hukuk, sınırı çizer; ama kültürü tek başına inşa edemez. Kulüplerin, taraftar gruplarının ve spor yöneticilerinin de sorumluluk alması gerekir. Sessiz kalmak, bu dili onaylamak anlamına gelir. Gerçek taraftarlık, takımı savunurken başkasını hedef almamayı öğrenmektir.
Sonuç olarak, tribünlerde atılan her slogan yalnızca bir ses değildir; bir tutumun, bir zihniyetin yansımasıdır. Kin ve nefret üreten dilin spor alanlarında yer bulması, toplumun tamamı için alarm verici bir durumdur. Şimdi sorulması gereken soru şudur:
Bu iş yalnızca konuşulup geçilecek mi, yoksa gerçekten bir kırılma noktası mı olacak? Bunu önümüzdeki günlerde atılacak somut adımlar gösterecek. Saygılarımla …